Tüm Afrika’nın Dostları Derneği

Dt. Şule Arvas

Dt. Şule Arvas

Afrika’yı gördüm dertlerime güldüm..

Evleri harabe, karınları aç, ne üstlerinde var ne başlarında. Ama somurtmuyor, yakınmıyor, gülmeyi biliyorlar. Bu kadarını beklemezdim, inanın tevekkül dersi verdiler bana. Değişik yardım kuruluşları ile defalarca Afrika’ya giden diş hekimi Şule Arvas, hatıralarla dolu. Çileli kıtayı unutamıyor ve bakın nasıl anlatıyor dostlarına:

Bir hasta geldi çenesinde yarım kiloluk tümör, kucağında iki çocuk, düşünün biri emzikte daha. “Burada müdahale edemeyiz” dedim “Ama başkente gidebilirsen, masrafını karşılayabilirim pekâlâ.”

Garibim “On bir çocuğum var” dedi, “Gidersem kim bakar onlara?” Sıhhatinden vazgeçmiş, öğünü neyle geçireceğini hesaplıyor fukara.

Nijer’de kadın başına düşen çocuk sayısı yediyi aşıyor. Bebek ölümleri o kadar sıradan ki, alıyorlar cesedi kucaklarına, kese kâğıdı gibi götürüyorlar âdeta. Düşünün Türkiye’de bir anne, yavrusunu kaybetse durabilir mi ayakta?

Bir çocuk geldi, sanki ağaç parçası saplanmış ayağına. Meğer fibula (kaval) kemiği imiş, yırtmış eti dışarı çıkmış, kurumuş dala dönmüş zamanla. O hâliyle elli kilometre yürüyüp gelmiş yanımıza.

Bir adam getirdiler yarı ölü, bağırsağı düğümlenmiş, müdahaleye fırsat bulamadık kalakaldı toprakta. Teşhisi belli, çaresi olan bir vaka, ah bir cerrah görebilseydi zamanında.

O güzelim çocukların gözleri katarakt ama gülüyorlar doya doya.

Düşünüyorum da onların dertleri ne? Bizimkiler ne?

Rahat mı batıyor, üzüntü mü arıyoruz yoksa?

 

NE İŞİM VAR BURADA?

İlk seyahatim çok ağırdı. Havaalanında indik minibüs otobüs arası bir araçla karşıladılar. Bindik, yerleştik, ne klima var, ne havalandırma. Koltuklar muşamba, o güneşte yapıştılar mı sırtımıza.

Sorduk “Şoför bey ne kadar sürer?”

-Çok sürmez, 20 saatte vasıl oluruz inşallah.

20 saatte İstanbul’dan Van’a gidilir. Haritada öyle görülmüyordu ama.

Yollar tarla gibi, çukur tümsek gidiyoruz sallana sallana.

Ona da şükretmek lazımmış. Bir de kum fırtınasına yakalanmayalım mı yolda. Kapıları açmadığımız hâlde, içerisi toz duman. Dişlerimizin arası çıtır çıtır kum, valizler sapsarı kesildi, üst baş toprak. Ardından bir yağmur. Oh be diyemeden sele çevirdi, yollar aktı gitti ırmağa. Köprüler de yıkılmasın mı, kalakaldık ortalıkta. Üstüne de lastik patladı, tamirci filan yok, sök, yapıştır, şişir, olmadı bir daha. Yola çıktık öbürü patladı bu defa.

Sabrımı zorluyorum, bilmem bi hata mı ettim acaba?

 

İYİ Kİ GELMİŞİM…

Lakin insanları görünce iyi ki gelmişim dedim, çünkü ihtiyaçları vardı bana. İş, diş tedavisini de aştı, abla kardeşe bağladık sonunda. İnanın şefkate çok muhtaçlar. Çocuklar geliyor, bacaklarınıza sarılıyor, elinizi tutuyor, dokunmak istiyorlar. Saçını düzeltiveriyorsun gözlerinin içi gülüyor. Yetim başı okşamanın ecrini biliyorsunuz, ki onlardan çok var orada.

Afrika’da hekimlik baştan ayağa risk. Eğer akşamları kanınızı emen sivrisineklerden biri malarya taşıyorsa sıtma olabilirsin pekâlâ. Cilt hastalığına yakalanabilirsin, AIDS de çok yaygın sonra.

Gittik klinik olarak gösterdikleri binada hiçbir şey yok, masaları birleştirdik üzerine streril örtüleri serdik, haydi buyurun ameliyata.

Kalacak yerler perişan, yerde yatıyoruz. Hanımlar koğuşunda yedi kişiyiz yan yana. Her taraf böcek, öyle de arsızlar ki, üzerimizde geziniyorlar. Çekirgeler bıktırdı zaten, yemek yiyorsun tak düşüyor tabağa. Akşam eve giremiyorsun, milyonlarcası yığılmış kapıya... Açsan patlamış baraj gibi akacaklar odaya. Hamam, tuvalet çekirge dolu, hanım arkadaşlar korkuyor, yerinde durmuyorlar ki, zıp zıp zıplıyorlar. Birini silkeliyorsun, öbürü atlıyor bu defa.

Cam çerçeve var ama yok. Güneş ağaçları eğmiş bükmüş, doğramalar oturmuyor pervaza. Ne zaman baksanız camda bir kertenkele, fırsatını bulsa içeri dalacak anında. Su var mı var. Lakin ip gibi akıyor, o da akşamdaaan akşama.

 

KİM AÇ DEĞİL Kİ?

O gün anestezi yapmıştım, baktım hastamın benzi sarardı, hafif bir baygınlık hâli. Dedim “Aç mısın yoksa?”

Sorduğun şeye bak gibilerden güldü. “Kim tok ki burada?”

Baktık olacak değil çekimden evvel ikrama başladık, kağıtlı şeker, kaymaklı bisküvi filan. Boğazına bir şeyler girsin ki, bayılmasın fukara.

Hâliyle nevale dayanmadı, kolilerin dibini gördük bir anda. Para var ama bir şey yok ki alasın. Biraz patates bulduk. Kapattık sterlizatöre (fırın gibidir malum) soyduk soyduk yedik iştahla.

Yerliler daha ziyade süpürge tohumu gibi sert ve küçük darılarla besleniyorlar. Taşla ezip öğütüyor, salıyorlar haşlanmış suya. Şöyle bulamaç gibi bir şey oluyor. Ne yağ var, ne soğan, ne salça. Üstüne su içince şişiyor, tok tutuyor güya. Çocukların hepsi balkon göbek, bilmem tifo mu, kabaran darıdan mı yoksa? Meğer ömrü boyunca darı haricinde bir şey yemeyenler varmış daha. Nimetlerinden tadamadan göçüyorlar dünyadan…

Sağ olsun hayır sahipleri para vermişlerdi, bazı ailelere üçer keçi dağıttık. Hani süt içerler hiç olmazsa.

Döndüm geldim, İstanbul marketleri rengârenk, etliler, sütlüler, tatlılar, tuzlular… Sebze meyve istemediğin kadar. İyi de elimi uzatıp alamıyorum ki, sanki kıvırcık saçlı minikler, kara gözlerini dikmiş bakıyorlar bana!

Yorum Yap

Bağış Seçenekleri